Uncategorized

İzmir ile Oslo arasında kurulan bilim köprüsü: Prof. Dr. Fahri Saatçıoğlu ile bir röportaj

Hazırlayan: Selma Altın

Yıllarını prostat kanserinin moleküler sırlarını çözmeye adamış bir isim; Prof. Dr. Fahri Saatçıoğlu. Oslo Üniversitesi’nde yürüttüğü çalışmalarla kanser biyolojisinin derinliklerine ışık tutan Saatçıoğlu, bu kez araştırmalarını Türkiye’ye taşıyor. TÜBİTAK 2221 Konuk Bilim İnsanı Destekleme Programı kapsamında İzmir Biyotıp ve Genom Merkezi’ne (İBG) misafir olan bilim insanı, Prof. Dr. Neşe Atabey ile birlikte yürüttükleri ortak projede kanser hücrelerinin stres yanıtı mekanizmalarına odaklanıyor. Hücrelerin “hayatta kalma stratejilerini” anlamaya çalışan bu araştırma, sadece temel bilim açısından değil, gelecekteki klinik uygulamalar bakımından da büyük umut vadediyor.

Geçen sonbaharda İzmir’de düzenlenen bir konferans vesilesiyle başlayan bu işbirliği, iki bilim insanını aynı masada buluşturdu. Bir yanda Oslo’dan gelen deneyim, diğer yanda İBG’nin güçlü araştırma altyapısı ve genç bilim insanı potansiyeli… Ortaya hem Türkiye hem de uluslararası bilim camiası için heyecan verici bir sinerji çıkmış.

Prof. Dr. Fahri Saatçıoğlu ile İBG’ye uzanan bilimsel yolculuğunu, prostat ve karaciğer kanseri üzerine yürüttükleri ortak çalışmaları, bilim politikaları hakkındaki gözlemlerini ve Türkiye’ye dair düşüncelerini konuştuk.

TÜBİTAK 2221 Konuk veya Akademik İzinli (Sabbatical) Bilim İnsanı Destekleme Programı kapsamında İBG ile yolunuzun kesişme süreci nasıl gelişti?

Geçen sonbaharda İzmir’de Galen Günleri Konferansı oldu. Bu konferansa davet edilmiştim. Konferans sürecinde Neşe hoca görüşürken, beni bu TÜBİTAK programından haberdar etti ve böylece programa başvurdum. Bizim sistemimizde de her yedi-sekiz yılda bir bu akademik izin programı açılıyor. Benim için de bu zaman gelmişti. Daha önce çoğunlukla Amerika’ya gitmiştim. İş birliklerimin de olduğu çok yakın arkadaşlarım, bilimsel anlamda yakın olduğum kişiler nedeniyle bu kez Türkiye’ye gelmek istedim.

Neşe hocayla zaten ortak çalışma olasılıkları hakkında konuşuyorduk. Onun üzerinden ilerledik. Bir proje hazırladık ve olumlu cevap aldık.

Prof. Dr. Neşe Atabey ile ortaklaşa yürüttüğünüz araştırmanın odak noktası nedir? Bu projede hangi biyolojik süreç veya hastalık modeli üzerinde çalışıyorsunuz?

Bizim alanımız özellikle, prostat kanserinin moleküler ve hücre mekanizmalarını çalışmak. Bu konuda geçen sene yayınladığımız bir makale var.

Bir sinyal yolağı var. Bu yolak, hücrelerin stresle olan ilişkisini belirliyor. Biz nasıl değişik zamanlarda fazla stresli oluyor, o stresten korunmak, onu bertaraf etmek için ona karşı yanıtlar veriyorsak, hücre için de aynı şey geçerli. Hücreler de değişik streslere maruz kalıyorlar. Özellikle metabolik durumun değiştiği zamanlarda, bazen oksijen alamıyorlar, bazen onlara yiyecek gelmiyor ve asit-baz dengesi değişebiliyor. Örneğin, bir pankreas beta hücresini düşünün. Bu hücre insülin yapıyor. İnsülin bir protein. Yemek yedikten sonra insüline olan ihtiyaç çok büyük miktarda artıyor. Bunu bir anda o beta hücresi çok hızlı bir şekilde donanımını değiştirip yapmak zorunda. Bu da o hücre üzerinde stres yaratıyor. Onu çözmek için hücrenin bazı sinyal yolları var. Özellikle de endoplazmik retikulum stresi denen bir yolak var.

Hücre içindeki proteinlerin üçte biri endoplazmik retikulümde yapılıyor. Özellikle membranlara konulacak ve salgılanacak olan proteinler. Eğer hücrenin üzerinde ek büyük olursa bu sinyal yolları aktive oluyor. Bu sinyal yollarının normal fizyolojik ortamda çok önemli rolü var. Bunlara ER stres yolları ya da unfolded protein response deniyor. Unfolded proteinlerin üç boyutlu hale gelememesini ifade ediyor.

Proteinlerin çalışması için üç boyuta gelmesi gerekiyor. Bu da bir süreç… Fakat hücrenin üzerinde çok yük olunca bu olmuyor. Dolayısıyla, hücrenin o proteinleri katlama mekanizmasını geliştirmesi, protein sentezinin durması, ki daha fazla yük olmasın, fazla proteinlerin hücrenden atılması gibi değişik yönleri aktive edecek bir yolak gelişiyor. Bunu kanser hücreleri kendi amaçları için kullanıyorlar, çünkü kanser hücreleri devamlı stres altındalar. Çok hızlı büyüdükleri için yeterli glukoz vs. gelmiyor. Asit-bazı dengesi çok bozuk. Hızlı büyümeleri ve damarların oluşmaması nedeniyle tümörde sürekli olarak oksijen yetersizliği yaşıyorlar. Böylece, UPR dediğimiz yolağı aktive ediyorlar ve bu onların yaşamasını sağlıyor.

Biz bunu prostat kanserinde bulduk ve bu yolağı inhibe edersek prostat kanser hücrelerinde ve tümör modellerinde tümörleri bir şekilde irrige ettiğimizi gördük. Bunun mekanizmalarını araştırdık. Bu yolak sadece kanser hücresinin büyümesini etkilemiyor. Tümörün içinde sadece kanser hücresi yok. Onlarca değişik hücre barındırıyor olabilir. Bağışıklık sisteminde farklı hücre türleri bulunur ve bunun yanı sıra başka hücreler de mevcuttur. Bu yolak, kanser hücrelerinde aktive olduğunda, tümör mikroçevresi denen, o ortamda imünosüpresan bir ortam yaratıyor. Bağışıklık sistemini baskılıyor. Biz bunun mekanizmasını bulduk.

Son yıllarda, kanser hücrelerini inhibe etmek amacıyla immün sistemini aktive etmeye yönelik tedaviler geliştirildi. Buna immün terapi deniyor. Kanser tedavilerindeki en büyük gelişmelerden biri, kanser immün terapisi olarak kabul ediliyor. Bu yöntemle bazı kanser türlerinde çok başarılı sonuçlar alınıyor.

Checkpoint inhibitörleri diye bir alan var. Multiple myeloma’da, lenfomada bazı solid kanserlerde çok başarılı ama bazı kanserlerde çalışmıyor. Prostat kanseri de bunlardan biri. Bunlara “soğuk kanser” deniyor. Sıcak kanser ile soğuk kanser arasındaki fark; “sıcak” olanda immün sistemin aktif, “soğuk” kanserde ise baskılanmış olması.

Çalışmalarımızla, UPR yolağını inhibe ettiğimizde mikro çevredeki o soğuk ortamın sıcak ortama dönüştüğünü gösterdik. Neşe hoca ile konuşurken, bu konuda UPR yolağının etkilerinin yeterince araştırılmadığını ve yaptıkları deneylerde UPR ile ilgili bazı belirteçlerin öne çıktığını fark ettik. Henüz yayınlamadıkları bazı bulguları var. Bizim bilgimiz ve geliştirdiğimiz bazı hücrelerden yararlanarak bir hipotez oluşturup bazı çalışmaları birlikte deneyebiliriz diye düşündük. O şekilde yola çıktık. Şimdi deneyler başladı. Şimdiden bazı ilginç sonuçlar gözlemledik. Bakalım nasıl gelişecek…

Bu araştırmanın Oslo Üniversitesi’ndeki çalışmalarınızla nasıl bir bağlantısı var? İki kurum arasında bir sinerji oluştu mu?

Amacımız, bu çalışmalarımızı, yaygın etkisi büyük bir TÜBİTAK projesine taşımak. Ayrıca, bu sene Norveç’le Türkiye arasında yeni bir bilimsel araştırma işbirliği programı başladı. Sonuçlar olumlu çıkarsa bu programa başvurmayı düşünüyoruz. Böyle bir köprü kurmayı amaçlıyoruz.

Bu bir yönü… Bunun dışında henüz somut olarak bir şey oluşturmadık fakat benim buraya gelme amaçlarımdan bir tanesi de yaptığımız çalışmalarda kullandığımız model organizmaları çeşitlendirmek. Bizim model organizmamız fareler. Farelerde birçok şey yapmak önemli fakat bazı mekanistik çalışmalar için yeterli değil. Bu nedenle, uzun süredir yapmak istediğimiz; bazı çalışmalarımızı zebra balığına aktarmak… Burada da çok başarılı arkadaşlarımız var. Onlarla bazı şeyleri denemeyi umuyoruz. Onlardan da olumlu bir sonuç çıkarsa, yine bir işbirliği, Avrupa Birliği programlarına başvuru yapabiliriz diye düşünüyorum.

Bu proje kapsamında elde ettiğiniz bulguların uzun vadede bilimsel veya klinik uygulamalara dönüşme potansiyeli nedir?

Proje şu anda çok yeni. Prostat kanserinde bu yolağın önemini 10 yıl önce ilk biz gösterdik. Sonrasında, bizce önemli olan iki makale yayınladık. Bu yolağı inhibe eden küçük bir molekül, ilaç geliştirildi. Bu ilaç şu an faz 1 klinik çalışmalarını tamamladı. Bundan sonra, prostat kanserine ilave olarak örneğin meme kanserinde ve başka solid kanserlerde etkisinin olup olmadığını göreceğiz. Eğer İBG’de Neşe hoca ile yaptığımız bu çalışmalar olumlu sonuçlanırsa, karaciğer kanserinde de bu UPR yolağının prostat ve meme kanserinde olduğu gibi çok anahtar bir rol oynadığını gösterirsek, bunun için de bir klinik aplikasyon denenebilir. Halihazırda bir ilaç var zaten. Ondan olumlu sonuç çıkarsa, burada karaciğer kanserine yönelik potansiyel uygulama çok daha hızlı bir şekilde gelişebilir. Fakat şu anda daha temel konuları çalışıyoruz. In vitro olarak başladık. In vitro’dan olumlu cevaplar gelirse in vivo olarak devam edeceğiz. Onlar da olumlu gelirse o zaman klinik çalışmalar düşünülecek.

Türkiye’deki araştırma altyapısı ve bilimsel ortamı hakkındaki gözlemleriniz neler?

Bence araştırma altyapısı olarak hiçbir eksiğimiz yok. İBG’deki ortam en üst düzeyde araştırma yapmak için yeterli. Birincisi bu. İkincisi, pırlanta gibi genç arkadaşlarımız var. Gerçekten insan potansiyeli çok fazla. Bizim laboratuvamıza da gelmiş arkadaşlarımız var. Onların nasıl yetiştiğini görüyoruz. Eksik olan bilim politikası maalesef.

Genel olarak Türkiye’mizde eksikliğini her alanda gördüğümüz liyakat var. Liyakat olmadan hiçbir şey olmaz. Bilimde özellikle geçerli. Hemen anında kanalların kapandığı bir yer. Elbette ekonomik olarak zor bir durumda olmamız direkt etkiliyor fakat o konu düzelir diye düşünüyorum. Ancak bakış açımız, bilimin uzun soluklu sonuçlar vereceğini, sosyal dokuya olan desteğini, birleştirici özelliğini görmek, toprağa sıkı basan özelliğinin farkında olmak ve bilime gerçekten yatırım yapmak konuları eksik. Altyapı ve insan potansiyeli olarak çok iyi bir konumdayız. Ama bunun sürdürülebilmesi için yapının, bakışın, bilim politikasının, liyakatın yerleşmesi şart.

Yüzünüzü biraz daha Türkiye’ye çevirdiğiniz algısı oluştu. Bu çalışmaların devamında Türkiye’ye geri dönüş olur mu?

Zaten kalbimiz burada… Yıllar boyunca Türkiye’den birçok arkadaşımız geldi laboratuvamızda. Bazıları arkadaşlarımız uzun, bazıları kısa dönemli kaldı, doktorasını alanlar oldu. Postdoktora yapıp burada kendi laboratuvunu kuranlar var. Bu nedenle bağlantımız her zaman için aktif. Benim oradaki laboratuvarımı kapatıp buraya gelmem şu an için olanaklı değil, çünkü uzun süredir üst üste koyarak oluşturduğumuz bir yapı var orada. Çok zahmetli bir iş. Ürünlerini yeni yeni alıyoruz. Bunun parçası olan arkadaşlarımız var. Onların geleceği için çok önemli. Onları bırakıp gitme gibi bir durum olamaz. Norveç uzak bir yer değil. Direkt uçuş üç buçuk saat… Bu projelerimizden olumlu sonuç alırsak, o zaman zaten organik olarak burada daha fazla zaman geçirme ve daha fazla katkı sağlama mümkünse oluşacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir